Uncategorized

Barak Ata


Asagidaki agaçlikta baharlari dut yapraklari üzerindeki yumurtalardan çikan ve istahla taze yapraklari yiyerek ve dört bes kez gömlek degistirerek büyüyüp renkleri açilan ve artik tüyleri kaybolmus olan ipek böcekleri görünüyordu. Iyice büyüdüklerinde dudaklarindan iplik gibi yapiskan bir sivi çikararak kendi vücutlarinin etrafini örüp, kozanin içinde görünmez olan, bir kaç hafta içinde ise kelebek haline geldikten sonra ördügü kozayi parçalayarak disariya çikan bu canlilar bütün agaçlari dalamislardi sanki.

Iki tane güçlü ve besili konur atin çektigi araba, artik yeterli olgunluga erismis ve yumurtalarini dut yapraklari üzerine biraktiktan sonra bir kaç gün içinde ölecek olan ipek böceklerinin tüm dallari sarmis oldugu, asagidaki dutluga göre daha yukarida kalan tozlu toprak yolda ilerliyordu.

Arabanin yaninda ilerleyen atlilardan ikisi kendi aralarinda konusuyorlardi. Saçlarinin yanlari hafifçe kirlasmis olan genis yüzlü, biyikli olani digerine dogru egilerek fisilti gibi duyulan bir sesle;

– Iyi oldu, dedi. “Zulmedersen, mazlumun ahini alirsan, oglun böyle sürünür iste,” dedi.

Digeri biraz daha umursamaz bir tavirla ve ötekine göre daha yüksek ve anlasilir bir sesle;

– Bana ne yav! dedi; “Yerinde bir baskasi olsa zaten çoktan ölmüstü.”

Araba dutlugu da geride birakarak ücra bir yerdeki boz tepeye dogru yaklasirken, saçlari kirlasmaya baslamis olan usagin tüm dikkatine ragmen digerinin patavatsizligi sonucu konusmanin içerigini anlayan bir baskasi, içinden böylesi bir durumun herkesin basina gelebilecegini, düsündü. Ama delikanlinin hali gözünün önüne geldikçe igrenme hissine kapiliyordu. Vicdani kendisine tiksinmemesi gerektigini söylüyordu ama bir türlü basaramiyordu

At arabasi tepenin kiyisinda durdu, yaninda atlariyla gelen yedi tane iyi giyimli adam, asagiya inip, arka kapiyi açtilar. Arabanin sürücüsü de oturdugu yerden kalkarak yanlarina indi digerlerinin. Içerisinden tahta bir tasiyacagi çekerek çikardilar. Bir kisi de arabanin içinde olmak üzere toplam dokuz kisiydiler. Hastanin her yanini artik bakanlarda igrenti olusturacak derecede yara bere kaplamis, elini yüzünü ve tüm vücudunu alacalar taramisti. Cüzama benziyordu hastalik ve öyle bir boyuta varmisti ki artik yerinden kalkmaya bile derman bulamiyordu, hatta neredeyse konusma yetenegini bile yitirmisti, bogazindan ancak kesik hiriltilar çikarabiliyordu güçlükle. Her tarafindan irinler, iltihaplar akan bedenini iri çibanlar sarmisti. Genci bu halde ilk defa orada gören yasli araba sürücüsü, bu zavallinin sonunun bir an önce ve acisiz bir biçimde gelmesi için dua etmeye basladi içinden.

Hekim de yanlarina yaklasip bu biçare delikanliya bakti, henüz bir kurtulus ümidi olup olmadigini düsünüyordu ama gerçekten de artik çikar bir yol yoktu, galiba Bey hakliydi. Üstelik bu yaptiklari is dogru degildi belki de, ama mecbur kalmisti iste.

Adamlar tasiyacagi tepenin üzerine çikarmaya basladilar.



Yörenin beyi, oglunun bu halini görmeye artik dayanamiyor, çektigi acilarin vardigi boyutu gördükçe kahroluyordu. Bu illet niye kendisi gibi, her belayi hak eden zalim bir adamin basina gelmemisti de oglu gibi kötülük, fesatlik nedir bilmez, yumusak huylu bir insani bulmustu. “Ettiklerimi böyle çekiyorum ama olan bir masuma oluyor, benim günahimin bedelini o ödüyor,” diye düsünüyor, bu da azabini katlanarak artiriyordu. Ne yaptilarsa umarini bulamamislar, hatta zavallinin acilarini bile azaltamamislardi ve artik is en son bu raddeye gelmisti. Önce hekime oglunu zehirletmeyi düsündü ama bunu kendi hekimi yapmazdi, adami çok iyi taniyordu. Belki yapacak baska birini bulabilirdi, ya da cellada bogdurtabilirdi. Hatta birkaç kez, gece gidip oglunun kalbine hançeri saplayarak bu isi kendisi gerçeklestirmeyi bile düsündü. O takdirde evlat katili olacakti. Ama çocugunun durumu da artik yüregini parçaliyor, acilarina bir son verilmesi gerektigini düsünüyordu.

Sonunda beyin aklina bir yol geldi; evet, o cani kendisi vermemisti ve kendisi de alamazdi o yüzden. Hele de kendi oglununkini… O yüzden de kendisi almayacakti. Bir dagin basina gönderip, oraya biraktiracakti. Ölümü kendi elinden olmayacakti, kurdun kusun ya da açligin elinden olacakti. Artik acilari dinecekti evladinin, ama kendisi bu dünyada kalip çilesini doldurmaya baslayacakti.

Oglunun boynuna gözyaslari içinde sarilip af dilerken, delikanlinin gözlerinde bir pirilti, dudaklarinin kenarinda zoraki seçilebilen bir tebessüm kirintisi gördü. Belli ki verdigi bu karardan o da memnundu, böyle lanetli bir mumya gibi yasamaktansa ölmek evlaydi. Hem oglu kendi eliyle de öldürmüyordu kendini, tüm günahi evladinin adina kendi yükleniyordu. Onun gidecegi yer cennetti, inaniyordu buna.



Tepenin üzerine vardiklarinda artik kaç yasinda oldugu, ne kadar gösterdigi bile belli olmayan genci tahta tasiyacakla birlikte, önlerindeki büyük kayanin dibine biraktilar. Içlerinden bir iki tanesi zaman zaman geriye dönüp bakarak indiler tepeden asagiya. Delikanlinin göz ucuyla izleyebildigi adamlar birazdan yittiler. Artik burada yapayalnizdi ve gözlerini göge dikmis, acisiz ve hizli bir ölüm için Tanri’ya yakariyordu. Masmaviydi gökyüzü, tek bir bulut bile yoktu. Sonsuz bir okyanus gibiydi. Evvelde hiçbir varlik yaratilmadan önce var olan uçsuz bucaksiz su belki de gökyüzünün kendisiydi, henüz iyilik ve kötülük bile yokken… O su belki de hiçligin simgesel anlatimiydi, belki de her seyin…

Artik hava karariyordu, gökyüzünde yildizlar yavas yavas belirmeye baslamis ve dolunay çikmisti; serin bir rüzgar esiyor, hava gitgide soguyordu, kis yaklasiyordu zaten.

Sonra sesler duydu. Dinledi; bunlarin kurt sesi mi, yoksa köpek havlamasi mi oldugunu ayirt edemiyordu. Herhalde kurttular, bu dag basinda baska ne olacakti. Her seye, bunca aciya ragmen içinde bir korku duydu, ölüm korkusuydu bu. Sesler yaklasiyordu. Ölüm yaklasiyordu. Af diliyordu içinden. Sonra canini almaya gelen bu hayvanlardan yana çevirdi kafasini. Oradalardi, gözleri isildiyordu alacakaranlikta, dikkatle baktiginda bunlarin kurt olmadigini anladi ama en az onlar kadar tehlikeli yaban köpekleriydiler. Dikkatini çeken bir sey oldu; bu hayvanlarin da tüm vücutlari yaralarla doluydu ve kan akiyordu, kendisi gibi acinasi bir halleri vardi. Belki bir bogusmadan çikmislardi, belki evcil köpeklerle veya kurtlarla dalasmislardi ama kesin olan suydu ki, paramparçaydi her yanlari. Ilerideki bir kayanin dibinde durmus kendine dogru bakiyorlardi, belki karinlari toktu, belki de yarali olduklarindan onu gözleri görmüyordu. Ama sebebi ne olursa olsun, anlasilan zarar vermeye pek niyetli görünmüyorlardi. Belki de herkesin igrendigi bu hastalik nedeniyle onlar bile kendisinden tiksinmislerdi.

Aslinda çevrede tanimadiklari bir canlinin kokusunu aldiklari için tedirgin olan hayvanlar bir süre sonra kayanin ardina girip gözden kayboldular, ama sesleri oradan duyulmaya devam ediyordu. Ugultularini sabaha kadar isitti. Sonra tan atarken yabani köpekler kayanin ardindan çiktiklarinda gördüklerine inanamadi. Bir düs gördügünü sandi, sapasaglamdilar. Bastan ayaga yeniden düsündü. Hayir yanilmiyordu, o köpekler dün yaraliydilar ama simdi gayet saglikli görünüyorlardi. Acaba bunlar baska hayvanlar miydi? Iyice düsündü; bütün gece gözüne uyku girmemisti, o tarafa gidip gelen baska köpekler görmemisti. Sonradan arkadan gelmis de olabilirlerdi elbette, ama bu çok düsük bir olasilikti, çünkü o taraf bütünüyle kayalikti. Eger gördükleri dogruysa orada olagandisi bir seyler vardi. Ve merak… Bu halde bile insani kiskirtabiliyordu, kararini verdi; hayatinin son mücadelesini gerçeklestirecekti.

Tüm acilarina, çektigi bütün istiraba ragmen zorla sürünmeye basladi. Varliginin içinde bulunan tüm gücünü toplamisti ve inançla kuvvet buluyordu kendinde. Dura gide belki ikindiyi buldu kayanin yanina varmasi. O kisacik mesafeyi kat etmek için neredeyse bir gün ugrasmisti. Sonra kayanin arkasina dogru çekti kendisini elleriyle, kollariyla ve bütün vücuduyla. Döndügünde fokur fokur kaynayan bir balçik gördü, bildigi kara balçikti. Kendisini üzerine sarili paçavralarla birlikte bu bataklik çamuruna benzeyen kaynar akiskanin içerisine biraktiginda hava kararmisti artik. Ertesi gün sabaha kadar orada durdu ve ondan sonraki günün sabahina…

Tan yeri agarirken çirilçiplak ve sapasaglam olarak çamurun içinden çikti tipki o yaban köpekleri gibi.

*

Batur Han yerde yatarken yanina yaklasan ayak seslerini duydu, gözlerini açtiginda basucunda üzerinde iki parçali beyaz giysi bulunan genç ve yakisikli bir adam dikiliyordu. Elini kendisine dogru uzatti o da uzanan bu eli tuttugunda adam Batur’u çekerek ayaga kaldirdi. Sonra da ilerideki ilicalari eliyle göstererek;

– Git; yun yikan, arin! dedi.



Batur Han gözlerini açtiginda yerde sirtüstü yatiyordu ve her yani agriyor, Yolbars ise basucunda kendisini bekliyordu. Agir agir dogruldu, sükür ki, hiçbir yerinde kirik yoktu. Agaçlarin ötesindeki kaplicaya dogru bakti. Ilerideki otlakta küçük bir çoban yalnizca danalardan ve balaklardan olusan yedi sekiz baslik küçük bir sürüyü güdüyordu. Havuzlarin biraz ötelerinde ise küçük bir türbe göze çarpiyordu.

O yöne yürümeye basladi. Sirtindaki keçeden yapilma kalin abayla hayvanlarin yakinlarinda yere oturmus olan çobanin yanina yaklastiginda eliyle türbeyi göstererek;

– Kim yatiyor burada? diye sordu.

Çoban, gülümseyen yüzüne, duydugu bu sorudan sonra ciddi bir ifade vererek;

– Barak Ata, dedi; “Su ilerideki kayalarin dibinde de köpekleri yatar.”







Deniz Karakurt un “Elma” adli kitabindan alintidir.


Yazarin izniyle yayinlanmaktadir. Her hakki saklidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.