Uncategorized

YEDIGER



Deniz Karakurt un “Elma” adli kitabindan alintidir.


Yazarin izniyle yayinlanmaktadir. Her hakki saklidir.


_______________________________________________________



YEDIGER







Sargun Emmi, oturdugu sedirin üzerinde, bacagini bir digerinin altina katlayarak toparlandi, çevresindekilere bir göz atti. Bugün köy odasindaydilar ve civar köylerden iki korucu da konuklariydi; adamlar öyle yorgundular ki, oturduklari yerde uyuyorlardi. Arada bir önlerine düsen kafalarini tekrar kaldiriyorlardi. Odadaki köylülerden birisi, tarlasina musallat olan bir köstebekten yakiniyordu. Topragin altindan açtigi tünellerden ilerleyip bitkileri kemirip bitiriyor, kurutuyordu ama kendisi bir sey yapamiyordu bu kör hayvana karsi.







Odanin ortasinda duran bakir mangalin üzerindeki bir cezvede kahve pisiyordu, mangalin sivri tepeli kapagiysa yerde yaninda duruyordu. Kahveyi pisiren çocuk;







– Bu kahve yalniz Sargun Emmi’ye ama iki üç fincan daha çikar belki, isteyene veririm. Ama ondan gayri yok, dedi.







Biraz sonra Koca Sargun kahvesini yudumladiktan sonra;







– Isterseniz bugün bir degisiklik olsun, farkli bir sey anlatayim sizlere önce, dedi.



*







Iki kardes karsida görünen varsil obanin süslü çadirlarina hayranlikla bakarak oraya dogru yürürlerken obanin içerisinden yanan ateslerin dumanlari yükseliyordu. Saga sola gidip gelen, çalisan insanlar, is gören kadinlar, oynayan çocuklar görünüyordu. Çadirlar çok genis bir alana yayilmisti. Yakinlarda, baslarindaki sigirtmaçlarin güttügü bir büyükbas hayvan sürüsünden sesler duyuluyordu ara sira, ama yilkiyi göremiyorlardi etrafta.







Kardesler çadirlarin arasindan geçerek en büyügünün oldugu tarafa çevirdiler yönlerini. Yan yana yürürlerken de, çevreyi dikkatle inceliyorlardi. Çadirin önüne vardiklarinda girisin üzerinden öne dogru uzanan sayvanin altinda oturan oba beyini gördüler, yerdeki saman dolu kilim yastiklarin üzerinde oturuyordu. Yaninda bellerindeki hançerleri isildayan birkaç adami kendisini bekliyorlardi. Giyimleri kusamlari yerlerinde bu iki genç esenlik dileyip, beyle görüsmek istediklerini söylediklerinde yanindaki adamlar tarafindan buyur edilip içeriye alindilar. Bey de sayvandaki yerinden kalkip onlarla birlikte çadirin içine girdi. Söze güler yüzlü bey basladi;







– Deyin hele agalar ne görüsmek istersiniz? dedikten sonra yanindaki adamlardan birisine dönerek; “Söyleyin de ayran getirsinler,” diye devam etti.







Asik suratli denecek kadar çok ciddi duran genç disariya çikarak sag tarafa dönüp arkaya dolandi, çadirin disindan ayak sesleri duyuluyordu. Ortasinda, üzerine hayvan figürleri islenmis bir direk bulunan çadirin içerisine renkli ve bakisimli sekillerle dokunmus kilimler serilmisti. Içeride bir buhurdanliktan kaynayan tütsünün kokusu insanin cigerlerine kadar isliyordu. Söze adete uygun olarak büyük kardes girdi;







– Bize at lazim; iyisinden iki aygirla, birkaç tane de kisrak. Siz de at bulunabilecegini düsünerek geldik buraya.







– Biz de at çok, satariz elbet, dedi bey.







– Yalniz, bugün atlari görür begeniriz, yarinda size altin mi isterseniz, akça mi istersiniz bedelini getiririz, hayvanlari da alir gideriz. Malum, üzerimizde o kadar parayi tasiyamiyoruz.







– Hay hay, size nasil uygun düserse… Ama en fazla üç dört gün daha buralardayiz, sonra obayi toplayip, çadirlarimizi söküp yola çikacagiz.







– Yok biz o kadar uzatmayiz, hemen yarin hallederiz.







Kisa bir sessizlik oldu, o arada küçük kardesi büyügünün gözüne bakti; o da tamam, der gibisinden basini salladiktan sonra;







– Bize müsaade, kalkalim artik, dedi.







– Müsaade sizin ama ayranlarinizi için de öyle kalkarsiniz, böyle kuru kuruya agirlamak olmaz konugu.







Kardesler birbirlerine bakip; “olur,” der gibisinden baslarini sallayarak onayladilar. Biraz daha bekledikten sonra içeriye iki kiz girdi. Birisinin elinde testi vardi, digeri ise tepsiyle bardaklari getirmisti. Kizlar içeriye girerken kafasini hafifçe kaldirip bakan agabey çarpilmisa döndü. Ama basini yeniden beyden tarafa çevirdi. Elinde testi olan kiz bardaklara ayran doldurdu, digeri ise konuklara uzatti; ayrani almak için kafasini kaldirdiginda küçük kardesi de beyninden vurulmustu. Birbirinin tipatip aynisi iki kiz karsilarindaydi ve gözlerine dünyanin, hatta gelmis geçmis çaglarin en güzel kizlari orada duruyormus gibi geliyordu ikisine de.







Analari arka çadirdaki hizmetçileri su getirmeye yollamis oldugundan, gönderecek kimseyi bulamamis, o yüzden de yaptigi ayrani kizlarinin eline tutusturup çadira salmisti ikisini de; bugün obada öyle çok is vardi ki, kimse hiç bir seye yetisemiyordu.







Kizlar birbirlerine öyle çok benziyorlardi ki, saskinliklari yüzlerine vurmustu kardeslerin. Durumu anlayan bey yine gülümseyerek;







– Niye bu kadar sasirdiniz, ikizler iste, dedi. “Kizlarim…” diye ekledi.







Iki kardes de, testinin dibini bulana kadar kizlara ayran doldurtup içtiler. Ikizler de birbirlerine bakip gülümsüyorlar, arada sirada babalarini kontrol ediyorlardi gözlerinin ucuyla. Arada kizlara bakiyorlardi. Ama artik oturma bahaneleri olan ayranin sonuna geldiklerinde mecburen izin isteyip kalktilar. Yarin geleceklerini söyleyerek ayriliyorlardi ki, bey;







– Ee, atlari görecektiniz hani, dedi.







Ati falan düsünecek halleri kalmamisti, kafalarinin içi bosalmisti sanki. Bey’in yanlarina taktigi bir adamla birlikte giderek, etrafi egreti çitlerle çevrilmis olan bir alanin içindeki atlara baktilar. Geri dönerlerken büyük kardes, bulasiklari yikadiktan sonra dönmekte olan kizlarin, ellerindeki testiyle bardaklari mutfak çadirina biraktiktan sonra girdikleri, kendi çadirlarini gördü. Yanlarindaki gençle esenlestikten sonra obadan ayrildilar.







Kardesler yola çiktiklarinda ikisi de, kendi içlerinde yine kendileriyle konusarak, yürüdüklerinin bile farkinda olmayarak ilerliyorlardi; ayaklari yürüyordu ama kafalari baska bir yerde duruyordu. Asik olmuslardi. Hangisi hangisine asik olmustu, birini digerinden nasil ayirt edebilirlerdi, disaridan bakan birisi anlayamazdi, çünkü iki kiz birbirinin tipatip aynisiydi. Ama asik olan gönül, masukunu buluyordu, miknatis gibi etkisine kapilip çekilerek ulasiyordg ona. Suskunlugu bozan küçük kardes oldu;







– Atlar ne olacak? Çalacak miyiz?







Agabeyi uzun bir süre suskun kalarak, bayagi bir düsündükten sonra konustu ama verdigi yanit sorulmamis olan baska bir soruya aitti;







– Ben o kizi kaçiracagim.







– Hangisini? dedi kardesi telasla, yoksa kendisininkine mi göz koymustu agabeyi diye korkuyordu.







– Ne bileyim hangisini?… Biraz sustuktan sonra devam etti; “Elinde testi olani…”







Agabeyine belli etmeden, içinden derin bir oh çeken kardesi;







– O zaman be de ötekini kaçiririm, dedi.







Yine suskunluk denizine dalarak, bir müddet daha gittiler. Büyük olan;







– Sen de az degilsin, dedi gülümseyerek.







Gülümsemisti ama kafasinin içinde bin türlü soru uçusuyordu su an. Kendisinden çok da farkli bir durumda olmayan kardesi de ayni sekilde biraz da zoraki gülümsedikten sonra;







– Basaramazsak?… dedi; “Acaba istesek vermezler mi?”







– Dogru diyorsun, verirler. Gidince de deriz ki, biz bu yörenin en ünlü at hirsizlariyiz.







Kardesi boynunu düsürüp basini önüne egdi, hirsizligindan ömrü boyunca ilk kez utanç duyuyordu; daha önce hiç sorgulamamisti bile yaptigi seyi. Agabeyi biraz önce sordugu sorunun yanitini gecikmeli olarak verdi;







– Çalacagiz tabi atlari. (…) Onlari çalarken kizlari da kaçiririz. Her sey olacagina varir.







– Ya kizlarin bizde gönlü yoksa… Gönülsüz olmaz.







– Niye olmasin, sanki babalarinin kendilerini verecegi baska bir adama gönülleriyle varacaklar. Hem görmedin mi, bize nasil baktiklarini?







Aksamüzeri diger kardesleriyle birlikte, yola bakan tepenin ardindaki küçük bir inin girisinde oturmus planlarini yapiyorlardi. Bu kovukta kendilerini bekleyen öteki kardesleriyle birlikte toplam yedi kisiydiler. Obaya beyin yanina gidenlerin birisi en küçügün bir büyügüydü, digeri de onun iki büyügü. Tartismalardan sonra varabildikleri tek nokta, anlasabildikleri tek husus suydu; atlarin ve kizlarin yerini biliyorlardi, gözleri kararmis iki asik kizlari kaçirirken, digerleri de atlari çalacakti. Nasil yaklasacak, nöbetçileri nasil atlatacak, nasil kaçacaklardi hiçbir fikirleri yoktu.







O gece yedi kardes sessizce obanin içerisine süzüldüler, artik uzmanlik alanlari haline gelmis olan bu isi yillardir yapmanin verdigi rahatlikla hareket ediyorlardi. Tüm nöbetçilerin yerlerini tespit ederek, ayni anda ve görünmeden davraniyorlardi. Çadirlarin arasindan çit çikarmadan bir gölge gibi kayiyor, en ufak bir kipirtida, herhangi bir küsüm verecek belirtide karanliklarin içine girerek kayboluyorlardi. Biraz sonra kardeslerden besi atlarin oldugu tarafa giderlerken diger ikisi de kizlarin çadirina vardilar, çevreyi kollayarak çadirin arka tabaninin kumasini kaldirarak içeri girdiler. Herhangi bir süphe uyandirmamasi için, giristeki kapi yerine kullanilan kalin bezi hiç zorlamamislardi.







Içeride yalnizca kizlar vardi, bu islerini daha da kolaylastiracakti. Ikizlerden hangisinin kendi müstakbel yavuklusu olacagini bir bakista anlamislardi ikisi de hiç karistirmadan. Birlikte kizlarin baslarinda çömelmis bir vaziyetteyken ellerini ayni anda ikizlerin agizlarina kapayarak, ikisini de uyandirdilar. Agizlari kapaliyken, belki de kabus gördüklerini ya da karabasan çöktügünü sanan iki genç kiz da bagirmaya çalisiyor ama basaramiyor, bir yandan da debeleniyorlardi. Delikanlilar parmaklarini dudaklarina götürerek susmalarini isaret ediyorlardi. En sonunda kisa bir arayla bunlarin sabahki gençler oldugunu anlayarak, debelenmekten vazgeçtiler. Belli ki onlarin da gönlü vardi. Delikanlilar, elerini korkarak ve yavas yavas agizlarindan çektiler. Söze küçük kardes girdi hemen;







– Eger gönlünüz varsa bizimle gelin, yoksa kusurumuza bakmayin ama sesinizi de çikarmayin, dedi; çabuk çabuk ve telasla.







Aslinda gönüllülük kismini çok da umursamayan agabeyi saskinlikla bakti yüzüne ama hiç sesini çikarmadi yine de; zaten kizlar gönülsüz olsalar simdiye kadar çoktan zilgiti basmis olurlardi. Kizlarin ikisi de olur anlaminda kafalarini salladilar, bu kadar kolaydi iste. Büyük kardes;







– Biz disarida bekliyoruz, çabucak hazirlanin ama en ufak bir ses bile çikarmayin, dedi.







Sonra ikisi de disariya çikarak beklemeye basladilar, biraz sonra kizlar hazirlanmis olarak yanlarindaydilar. Yavuklularinin ellerinden tutarak, karanligin içinde yilan gibi aktilar. Gerçi acemi olan kizlar biraz hizlarini kesiyor ve sessiz olmayi çok iyi beceremiyorlardi ama yine de delikanlilara ayak uyduruyorlardi bir biçimde.







Agalari, atlarin basinda kesik bekleyen iki adami enselerine sert bir degnekle vurarak bayiltmis; ellerini, ayaklarini ve agizlarini baglayarak etkisiz hale getirmislerdi. Yillarin tecrübesi vardi ne de olsa. Atlarin üzerlerine binmis kendilerini bekliyorlardi. Içlerinden bir tanesi, yanlarinda kizlarla gelen kardeslerine;







– Çabuk olun! Atlara binin hemen, dedi fisildarcasina.







Atlar aralarindaki yabancilardan dolayi tedirgin olmaya baslamislardi ve huysuzlaniyorlardi. Iki kardes terkilerine sevgililerini de alarak birer ata bindiler, hayvanlarda eyer olmadigi için kaba etleri biraz agriyacakti ama yapacak bir sey yoktu. Simdiye kadar her sey yolunda gitmisti, ama isin zor kismi daha yeni basliyordu. Kardeslerden birisi çitleri açip, atlari, eliyle yagrinlarina vurarak harekete geçirip disariya çikarmaya basladi. Her biriyle, gürültü olmasin diye tek tek ugrasiyordu, hepsi bittikten sonra kendiside atlanacakti. Bütün atlar disariya çiktiktan sonra, arkalarindan onlarda çiktilar. Sonra hayvanlari sürmeye basladilar, yavas ilerliyorlardi ki, olabildigince kimseye fark ettirmeden uzaklasabilsinler. Ama bir müddet gitmislerdi ki, bir bagirti duyuldu. Bu, obada bir çesit kolluk görevi yaparak devriye atan bir nöbetçinin sesiydi. Arkalarindan gitgide yükselen sesler arasinda bile hala onu duyabiliyorlardi;







– Yilkiyi kaçiriyorlar, diye bagiriyordu.







Kardesler çoktan hayvanlari dörtnala kaldirarak sürmeye baslamislardi, gecenin karanligini at kisnemeleri yariyordu. Peslerine düsemesinler diye geride hayvan birakmamislardi. Ama yörüklerin bazilari hayvanlarin bir kismini tedbir için bölüp baska bir yere götürürlerdi. Bu olasiligi kendileri de biliyor ve öyle olmamasini umuyorlardi. Ama yaniliyorlardi.







Biraz sonra peslerine düsmüs olan 20 kadar atli kendilerini kovaliyordu. Önlerindeki sürüyü de dagitmadan sürmeye çalisarak, agaçlik bir alanin yanindan, sonra küçük bir dereden geçtiler. Arkalarindaki sesler çok hizli olmasa da yaklasiyor, yavas yavas ara kapaniyordu. Bu arada sürünün yanlarindan kaçarak gecenin karanliginda kaybolan birkaç hayvan oldu ama onlari önemsemiyorlardi; önemli olan ilk önce ellerinden sag salim kurtulabilmek, sonra da mümkünse olabildigi kadar ati hirsizlayabilmekti.







Tepelerin arasindan yukariya dogru çikan bir yol gördüler ve arkalarindakileri sapitabilmek için o yana yöneldiler, fakat kendilerini takip eden biniciler tahmin ettiklerinden daha fazla yaklasmislar ve girdikleri yolu görmüslerdi. Karanlikta tozu dumana katarak gidiyorlardi, Yol gittikçe diklesiyor, keskin dolamalar hizlarini kesiyor, tepeler daglik bir alana dönüsüyordu; onlar da çiktikça çikiyorlardi. Uzaktan, obada gecenin karanligini aydinlatmak için yakilmis olan atesler görünüyordu. Yol bittikten sonra taslik sayilabilecek bir alana girdiklerinde hizlari iyice kesilmisti artik ve biraz daha ilerledikten sonra yörede kutlu sayilan ulu bir dagin üzerindeki yüksek bir düzlükte durdular. Yol bitmisti; sarp bir uçurum önlerinde duruyordu. Kaçacak bir yerleri kalmamisti artik. Serin bir rüzgar esiyordu.







Çok geçmeden kendilerini takip eden atlilarla bu dag basinda karsi karsiyaydilar. Kiliçlar çekildi ama oba atlilarinin basi, iki hirsizin arkasinda duran bey kizlarini görünce sasirdi; elbette ki bilmiyordu bu haydutlarla kaçtiklarini ve hiç de zorla olmusa benzemiyordu, yine de onlarin salimen obaya dönmeleri gerekti. O yüzden de;







– Kizlari birakin, diye bagirdi.


Adam hakliydi; bir vurusmanin ortasinda kalmamalari gerekiyordu, hem onlar arkalarindayken rahat da dövüsemezlerdi. Kadinlari, kizlari koz olarak kullanmak da yakismazdi zaten kendilerine, her ne kadar hirsiz olsalar da. Kizlari ikna ederek, orada beklesen sürüdeki atlardan birisine bindirdiler. Kizlar kenara çekildikten sonra artik gece kana bulanacakti. Kaçinilmaz bir seydi bu.











Ama o anda olanlar oldu.







Atlar huysuzlanmaya, tedirginlikle kimildanmaya ve kisnemeye basladilar. Önce gökyüzünde bir parlaklik gördüler, sonra bir ugultu duyuldu. Giderek artiyordu isik da, ses de. Hepsi de sasakalmis bakiniyorlardi. Gökten üzerlerine bir sey yaklasiyor, giderek büyüyordu. Daha dogrusu yaklastikça büyüyormus gibi gözüküyor, büyüyerek yaklasan bu nesne alev alev yaniyordu; kipkirmiziydi. Ortalik gün gibi agarip aydinlandi. Bir alev topuna benziyordu. O derece yaklasmisti ki, isigi artik gözlerini aliyor, bakamiyorlar; elleriyle kollariyla gözlerini kapatiyorlardi. Atlar saga sola kaçmaya çalisiyorlardi ürküntü içinde. Ugultu kulaklari sagir edecek seviyeye ulasmisti artik. Ardindan bir çarpma sesi duydular yakinlarinda, altlarindaki toprak çirpilan bir hali gibi sarsilip dalgalanirken, her biri o uçurumun kiyisindan bosluga dogru savruldular.






Söylenenlere göre, göge savrulan bu insanlarin ve atlarin hiçbirisi bir daha yere düsmedi. Ikiz genç kizlar; bazi halklarin gözlerinin gücünü sinamak için baktiklari bir ikizyildiza dönüstüler ve yedi kardes de Yediger burcunu olusturdu. Altlarindaki atlar da Kömük burcuna dönüsüverip sonsuza dek orada kaldilar. Kaçirilan yilkiysa, Çolpan’a siginarak onun sürüsünü meydana getirdi, yedi kardesi kovalayan atlilarsa her yana dagilip onlari aramaya basladi. Iste bu yüzden yedi aygirli bu haydut alplar, hirsizlarin ve yagmacilarin koruyucudurlar ve hirsizliga ve ugruluga çikanlar da onlarla yönlerini bulurlar.


Deniz Karakurt



ELMA

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.